Behâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatıyor:
Gençliğimde bir gün, hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleriyle birlikte bir yere gidecektik.
Yola çıkmadan bana bir "Ekmek" verip;
- Bunu al, yolculukta lâzım olur, buyurdu.
- Peki efendim, dedim.
Ekmeği alıp çantama koydum .
Sevinçten içim içime sığmıyordu.
Nihâyet hocamla birlikte yola çıktık.
Bir müddet sonra vardık bir köye.
Orada, hocamın sevdiklerinden çok fakir biri, evine çağırıp misafir etti bizi.
Ancak dikkatimi bir şey çekti benim.
Garibin yüzü kızarıyor, mahcûb olmuş gibi bir hallere giriyordu.
Bu hâli hocam da sezip;
- Senin bir sıkıntın mı var? diye sordu ona.
O, mahcûb bir vaziyette;
- Efendim! Her ne kadar sizi evime dâvet ettim ve size birşeyler ikram etmeyi çok istiyorsam da, fakat biraz sütüm var, ekmeğim hiç yok, diye arzetti.
O zaman hocam bana;
- Çantayı aç, buyurdu. O ekmeğe şimdi ihtiyâç oldu.
- Peki efendim, deyip arzettim ekmeği.
Böylece kat kat oldu ona karşı muhabbetim.
VERMEYE ALIŞIN!
Bu zât bir gün sohbetinde;
- Kardeşlerim, kendinizi almaya değil, vermeye alıştırın! buyurdu. Veren el, alan elden hayırlıdır.
Dinleyenler;
- Ya verecek birşeyimiz yoksa efendim? dediler.
Cevabında;
- Hiç olmazsa tebessüm edin, buyurdu. Güleryüz göstererek ferahlatın insanları.
Sordular:
- Bu da sevap mıdır efendim?
- Elbette. İnsanlara güleryüz göstermek, "sadaka"dır. Dünyada vermeye alışan, rûhunu da kolay verir. Ölürken hiç acı duymaz.