Gönül Sultanları.com >  Alim ve Evliyaların Alfabetik Listesi > Y > Yusuf-i Hemedani > Şifalar sunuyordu
Şifalar sunuyordu
YUSUF-İ HEMEDANİ
rahmetullahi aleyh


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup, künyesi Ebû Yâkûb’dur. İmâm-ı A’zam hazretlerinin neslindendir. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (h. 440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1140 (h. 535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.


Evliya-yı kiramın büyüklerinden idi.
Altmış yıl, insanları Hakk’a davet eyledi.

Onsekiz yaşındayken, başladı tahsiline.
Zahiri ilimlerin, vakıf oldu hepsine.

Ebu Ali Farmedi hazretlerine gidip,
Tasavvuf ilmine de kavuştu sohbet edip.

Resulün kalbindeki ilim, feyiz ve nurlar,
Kalbden kalbe akarak, ona vasıl oldular.

O da, Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye aynen,
Bunları aksettirip, yükseltti onu manen.

Kendisi, orta boylu ve buğday benizliydi.
Kumral sakallı olup, zayıfça bir veliydi.

Eline her ne geçse, verirdi muhtaçlara.
Herkese şefkat edip, ağlardı ara ara.

Vardı ki ders verdiği yüzlerce talebesi,
Yetişip büyük âlim, evliya oldu hepsi.

Bir yandan, insanlara verip öğüt, nasihat,
Manevi dertlerine, sağlardı çok menfaat.

Bir yandan da, ilaçlar yaparak ağrılara,
Şifalar sunuyordu maddi hastalıklara.

Mahlukatın hepsine, şefkat gösteriyordu.
Gayr-i müslimlere de nasihat ediyordu.

Fakirlere, zenginden verirdi fazla kıymet.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.

Evinde bir hasırı, bir ibrik, bir keçesi,
Bir de, yemek yapacak vardı bir tenceresi.

Yusüf-i Hemedani, Cuma günleri hariç,
Hanesinde oturur, çıkmazdı dışarı hiç.

Yine böyle evdeyken, bir Cuma haricinde,
Dışarı çıkmak için, istek doğdu içinde.

Bu arzusu, o kadar çoğaldı ki bu defa,
Merkebine binerek, yöneldi bir tarafa.

Gitti, lakin nereye ve niçin gidiyordu?
Bunların cevabını, kendi de bilmiyordu.

Hayvanın yularını, salıp kendi haline,
O nereye giderse, gidiyordu o yöne.

Allahü teâlâya tevekkül eyleyerek,
Bir hayli yol katetti, merkebi durana dek.

Hayvan, çıktı şehirden ve girdi bir vadiye.
O ise düşünürdü: (Bir hikmeti var) diye.

Yürüdü o vadide bir hayli uzun yollar.
Bir mescidin önüne gelince, kıldı karar.

Merkebinden inerek, giriverdi mescide.
Gördü, bir talebesi oturur içeride.

O girince, bir sevinç kapladı talebeyi.
Dedi ki: (Teşrifiniz ne kadar oldu iyi.

Zira bir derdim vardı, ben halledemiyordum.
Sizin teşrifinizi, dört gözle bekliyordum.

Az önce dua edip, sığındım Yaradana.
Ki, zat-ı alinizi göndersin hemen bana.)

Sonra da, hocasına arzedip o derdini.
Öğrendi halletmenin yol ve çarelerini.

Sevinip arz etti ki: (Ey kıymetli üstadım!
Siz yol göstermezseniz atamayız tek adım.)

Buyurdu ki: (Senin de, tammış ki sadakatin,
Muhabbet bağı ile, bizi çekip getirttin.

Ve lakin bundan sonra, düşerse başın dara,
Sen gel de, bizi böyle yorma tâ buralara.)


Mümine edep yakışır

Yusüf-i Hemedani, evliya-yı kiramdan.
İnsanları, hak yola çağırırdı durmadan.

Bağdat’ta, Nizamiye Medresesinde bizzat,
Ederdi insanlara, her gün vaaz-ü nasihat.

Onun İslamiyet’e yaptığı bu hizmeti,
Yayıldı dalga dalga, arttı şanı şöhreti.

Üç ilim talebesi vardı ki o diyarda,
Onun büyüklüğünü işitmişti onlar da.

Birisi (Ebu Said), (İbnüssakka)ydı biri,
Bir de (Abdülkadir-i Geylani) hazretleri.

Bir gün konuştular ki: Biz de gidip görelim.
Nasıl bir kimse imiş, halini öğrenelim.

İbnüssakka dedi ki: (Gidince, ona, bir tek,
Sual soracağım ki, cevap veremeyecek.)

Ebu Said dedi ki: (Ben de, bir şey sorayım.
Verebilecek mi ki cevabını bakayım.)

Abdülkadir Geylani, küçüktü yaşı henüz.
Böyle edepsizliğe, etmedi hiç teşebbüs.

Dedi: (Allah korusun, o zat büyük bir âlim.
Ona sual sormaya ne haddim olur benim?

Büyük nimet bilirim huzuruna girmeyi.
Ve şeref addederim, cemalini görmeyi.)

Onlar, bu niyetlerle ona gittiklerinde,
Yusüf-i Hemedani, o an yoktu yerinde.

Sonra gelip, hiddetle baktı İbnüssakka’ya.
Buyurdu ki: (Sende hiç yok mudur edep, hayâ?

Demek bana bir sual sormak arzu edersin.
Hem dahi cevabını veremem zannedersin.

Sormayı düşündüğün sual şudur) diyerek,
Verdi tam cevabını, tek tek izah ederek.

O haddini bilmeze anlatıp bu hususu,
Buyurdu ki: (Geliyor senden küfür kokusu.)

Sonra, Ebu Saide buyurdu ki dönerek:
(Sen dahi, imtihana yeltendin beni demek.)

Onun sualini de söyleyerek evvela,
Peşinden, cevabını izah etti pekala.

Sonra, Abdülkadir-i Geylani’ye dönerek,
Buyurdu ki: (Bu halin, olsun sana mübarek.

Gösterdiğin bu güzel edep ile, sen bugün,
Kazandın rızasını Allah ve Resulünün.

Ben öyle görürüm ki, toplanmış bir cemaat,
Sen ise, bir kürside ediyorsun nasihat.

Ve sanki diyorsun ki: Benim iki ayağım,
Omuzları üstünde duruyor evliyanın.)

Yıllar sonra bu veli, oldu Hakk’a mülaki.
O gün buyurdukları, ayniyle oldu vaki.

Abdülkadir Geylani, oldu büyük evliya.
Vaaz edip, insanlara verdi ilim ve ziya.

Ve bir gün, kürsüsünde ediyorken nasihat,
Söyledi o sözleri, duydu bütün cemaat.

İbnüssakka, arttırdı halka hitabetini.
Ve hatta sultan dahi, işitti şöhretini.

İrsal etti Bizans’a onu elçi olarak.
Gitti ve mürted oldu, küffâra aldanarak.

Ebu Said’in ömrü, geçti hep üzüntüyle,
Rahat ve huzur yüzü görmedi bir gün bile.

Zira haber vermişti Yusüf-i Hemedani.
Yıllar sonra hepsi de, vücuda geldi aynı.

www.gonulsultanlari.com