Gönül Sultanları.com >  1001 Güzel Menkîbe > Emaneti neden bize ulaştırmadınız > Hazret-i Ömer’in Müslüman oluşu
Hazret-i Ömer’in Müslüman oluşu
Kureyş müşrikleri, hazret-i Hamza’nın “radıyallahü teâlâ anh” Müslüman olma şokunu henüz atlatamamışlardı ki, bir başka şok bekliyordu onları.

Hiç ummadıkları biri Müslüman olmak üzereydi.
Ve onun iman etmesiyle küfrün dünyası başlarına yıkılacaktı.

Kimdi o kişi?
Ömer bin Hattab.

Kureyşin şöhretli isimlerinden.
İri yarı, heybetli, kızıl gür saçlı, sık sakallı bir pehlivan.
Lügatında “korku” kelimesi olmayan bir yiğit.

Henüz iman etmemişti ki, bir gün öfke ile çıktı evden.
Kâbe’ye doğru yürümeye başladı.

Kızgın ve hiddetliydi.
O yürürken yer sallanıyordu sanki.

Peki ya niyeti?
Peygamber efendimiz aleyhisselamı uyarmak (!)

- “Vazgeç bu sevdadan!” diyecekti Ona.

- “Dinimize ilişme! Bizimle uğraşma. Yoksa pişman olursun!” deyip, ihtar edecekti Onu güya.

Çünkü Onun yüzünden ikilik çıkmıştı Kureyşte.
Baba oğlundan ayrılıyordu.
Kardeş kardeşten.

Böyle giderse cemiyet çözülecek, gemi su alacaktı.
Asırlık çınar kuruyacak, töreler bozulacaktı.
O, öyle inanıyordu.

Ama hayır! Ömer yanılıyordu.
Aynen kendi öz yavrusunu diri diri toprağa gömerken yanıldığı gibi.

Asırlık çınar
dediği Kureyş, çoktan kurumuştu zaten.
Hatta ölmüştü.

Onun hayat bulması, bir tek şeye bağlıydı.
Onun getirdiği dine uymaya.
Ona tâbi olmaya.

Ama Ömer, şimdilik bunun farkında değildi.
O, şu anda dağ gibi heybetiyle Kâbe’ye yürüyordu.

Efendimiz aleyhisselamı bulacak ve Onu ihtar edecekti.
Nihayet vardı Beytullaha.

Evet, Resulullah efendimiz aleyhisselam oradaydı.
Ve yeni nazil olan El-Hâkka suresini okuyordu insanlara.

Bir kenara saklanıp dinledi sureyi.
“Okuması bitsin, sonra konuşurum” dedi kendi kendine.

Ancak dinledikçe kalbi yumuşadı.
Değişti fikri.
İşittiklerine karşı hayranlık duydu ister istemez.

“Evet” dedi içinden. “O bir şair. Bu kadar güzel sözleri ancak bir şair söyleyebilir”.

O, böyle düşünüyordu ki, Efendimiz aleyhisselam kırk ve kırkbirinci âyetleri okudular. Bu âyetlerde mealen; “O şair değildir. Onun söyledikleri Allah’ın kelamıdır” buyuruluyordu.

Bunu işitince daha da şaşırıp;
“Hayret” dedi. “Zihnimden geçenleri anladı. Öyleyse o bir kâhin”.

Ancak ardından işittiği şu âyet-i kerime ile irkildi yine.
“O kâhin sözü değildir. Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur”.

Ömer’in zihni, işittikleriyle alt üst olmuştu.
O kadar duygulandı ki, göz yaşlarına mani olamadı.
İman etmek istediyse de, etrafı mani oldular.

İslamiyet’in altıncı yılıydı.
Hazret-i Hamza’nın Müslüman olmasının üzerinden üç gün geçmişti henüz.

Mekke, bu müthiş haberle çalkalanıyordu.
Eğer mani olunmazsa gerisi gelecekti.

İşte Kureyşi telaşlandıran da buydu zaten.
Toplanıp, müzakere ettiler konuyu.

Çareler aradılar.
Tabii Ebu Cehil baş roldeydi yine.
Küfrün başı oydu çünkü.

Herkes bir fikir sürdü öne.
Ama Ebu Cehile göre çare tekti:
Onu öldürmek!

Ve açıkladı fikrini:
- Tek çaremiz var arkadaşlar!

Sordular hemen:
- Nedir o?

- Onu öldüreceğiz!

Kimse beklemiyordu böyle bir şey.

Hemen sordular:
- Öldürmek mi?
- Evet. Çünkü o, tanrılarımızı kötülüyor. Dinimize batıl diyor. Ecdadımızın Cehennemde olduğunu söylüyor. Şimdi beni iyi dinleyin! Onu öldürene mükafat var!

Sordular:
- Ne var mesela?
- Yüz kızıl tüylü deve. Ayrıca altın, gümüş, elbiselik kumaşlar, daha neler neler... Servete boğacağım o bahadırı.

O sözünü bitirince, derin bir sükut kapladı ortalığı.
Herkes birbirinin yüzüne baktı.

Peygamberi öldürmek!
Fevkalade riskli bir teklifti bu.
Cesaret işiydi ayrıca.

Niye?
Çünkü Onun ölümüyle Kureyş ikiye bölünecek, kan davaları başlayacaktı.

Herkes bunları düşünüyordu ki, biri fırladı ayağa ve
- O dediğin işi, Hattaboğlu yapar ancak! diye kükredi.

Bütün gözler ona çevrildi bir anda.
Ve hayranlıkla bakıp, tasdik ettiler kendisini:

Teşvik ettiler.
- Yaşşa ya Ömer! Bu işi ancak sen becerirsin! dediler.

Ve bir alkış tufanıdır koptu.
Ömer’in cahiliyet damarı kabarmıştı iyice.
Kılıcını kavradığı gibi düştü yola.

Peşinden destek verdiler:
- Haydi Hattaboğlu, görelim seni! Öldürmeden geri dönme!

Ömer, pür hiddet yola koyulmuştu.
Allah’ın Resulünü bulacak ve öldürecekti güya.
Henüz bir sokak gitmişti ki, Nuaym bin Abdullah ile karşılaştı köşe başında.

Kimi öldüreceksin?

O da yeni Müslüman olmuştu.
Ama Ömer habersizdi bundan.

Nuaym hazretleri “radıyallahü teâlâ anh”, onu bu halde görünce şüphelendi.
Zira silahlı pusatlı, pek de hiddetliydi.

Seslendi karşıdan:
- Hayırdır ya Ömer! Bu hiddet, bu şiddetle nereye böyle?

Öfkeyle cevap verdi:
- Birini öldürmeye gidiyorum.

- Kimi öldüreceksin?
- Kimi olacak. Kureyş arasına tefrika sokan, tanrılarımızı beğenmeyen, bizi hor gören Muhammedi.

Nuaym hazretleri, bu korkunç haberle sendeledi.
Sonra toparlanıp cevap verdi:
- Zor bir işe girişmişsin.

- Zor mu, neden?
- Hadi başardın diyelim. O zaman Abdülmuttalip oğullarının elinden nasıl kurtulacaksın? Seni sağ bırakırlar mı?

Bu söz, hoşuna gitmedi Ömer’in.
- Ya, demek öyle. Anlaşılan sen de onlardansın. Öyleyse önce senden başlayayım! dedi.

Ve sağ eli, hızla kılıcının kabzasına gitti.

Nuaym hazretleri korkuyla irkildi:
- Sen beni bırak. İstersen sana garip bir haber verebilirim.

- Ya, neymiş o haber?
- Kız kardeşin Fatıma ile kocası Said.

- Ne olmuş onlara?
- İkisi de Müslüman oldular.

- Hayır, olamaz!
- Doğru söylüyorum. İstersen önce onlardan başla.

Ömer hiç ummadığı bir şeyi işitmişti.
Fena halde şaşırdı.
Ne diyeceğini bilemedi.

Ve itiraz etti yine:
- Yok, hayır, yalan! Yalan söylüyorsun! Onlar Müslüman değil. Olamaz.

Nuaym hazretleri üsteledi:
- İnanmazsan git öğren. İşte evleri orada, uzak değil.

Ve taktik tutmuştu

Nuaym hazretlerinin gayesi, hedef şaşırtmaktı aslında.
Onu Efendimiz aleyhisselamdan uzaklaştırmak için oyalama taktiğiydi.
Ve taktik tutmuştu.

Nitekim Ömer, o an için Efendimiz aleyhisselamı unutmuş, kız kardeşinin evine yönelmişti hızlı adımlarla.

Gerçekten de kız kardeşi Fatıma ve zevci Said Müslüman olmuşlar, yine müminlerden Habbab bin Eret’i evlerine çağırmış, ondan Kur’an-ı kerim öğreniyorlardı o esnada.

Ömer eve yaklaşınca, Kur’an seslerini işitti dışardan.
Beyninden vurulmuşa döndü.
“Demek doğru” dedi içinden. “Bunlar Müslüman olmuş”.

Kapıyı hırsla yumruklamaya başladı.
Adeta kırarcasına.
Öfkesi kat kat olmuştu.

Fatıma ve beyi Said, pencereden onu böyle görünce telaşa kapıldılar.
Şimşek hızıyla kalkıp, Habbabı kilere soktular.
Kur’an sayfalarını da bir yere saklayıp açtılar kapıyı.

Renk vermemeye çalışıyorlardı.

Ancak Ömer anlamıştı hakikati.
Hiddetle sordu:
- Ne okuyordunuz?

Bu suale cevap vermek kolay değildi o an için.
Ne deseler ya Rabbi!
Ne söyleseler?

Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibiydi.
Ve cevap bekliyordu sualine.

Hiddetle bağırdı:
- Size soruyorum! Ne okuyordunuz?
- .....

- Kur’an okuyordunuz değil mi?

Eniştesi Said korku içinde mırıldandı.
- Hayır, sana öyle gelmiştir.

Ömer kükredi:
- Peki, neydi o duyduklarım?
- Şey, aramızda bir mesele vardı da onu konuşu...

Lafını bitiremedi.
Ömer, yakasından tuttuğu gibi yere çarptı onu.
Kız kardeşi Fatıma koşup beyini yerden kaldırmaya uğraşıyordu ki, amansız bir “tokat” patladı yüzünde.

Bu tokat, o narin yapılı hanıma ”balyoz” gibi gelmişti.
Gözlerinde şimşekler çaktı zavallının.
Sendeleyip yere düştü.

Neye uğradığını şaşırmıştı ki, pembe bir kanın dudak kenarından aşağı doğru aktığını hissetti.
Gül yüzü, al kana bulanmıştı mübarek hanımın.

Peki ya Ömer?
Kardeşini kanlar içinde görünce durgunlaştı birden.

Kalbi sızladı.
Ne de olsa öz kardeşiydi.
Ciğeriydi sonra.

Pişman oldu yaptığına.
Eli kolu yana düştü.
İşte ne olduysa o anda oldu.

İmanından aldığı kuvvetle haykırdı Fatıma hazretleri:
- Niçin ya Ömer! Niçin Allah’tan utanmıyor, mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun, niçin?

Ve devam etti:
- Evet, saklamıyoruz. Ben ve kocam İslam’la şereflendik. İkimiz de Müslümanız. Başımızı kessen, bizi döndüremezsin, anladın mı?

Fatıma “radıyallahü teâlâ anha”, Ömer’in bu kritik anını çok güzel yakalamıştı.
O dağ gibi heybetli adam, şimdi kız kardeşinin bu haykırışı karşısında titriyordu adeta.

Dizlerinin bağı çözüldü.
Ve ilişti bir kenara.
Pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.

Dikkatlice okudu

Şefkatle kız kardeşine baktı:
- Şu okuduğunuz sayfayı görebilir miyim?
- Tabii, derhal.

Ve koşup getirdi o sayfayı.
Taha suresi yazılıydı onda.

Ömer okumaya başladı.
Âyet-i kerimelerin güzelliği içten içe etkiliyordu kendisini.
Hele birinden öyle duygulandı ki, şaşkına döndü adeta.

O âyette mealen;
“Göklerde, yerlerde, bu ikisi arasında ve toprağın altında ne varsa, hepsi Allah’ındır” buyuruluyordu.

Hayretle döndü kız kardeşine.
- Ya Fatıma, doğru mu bu?
- Hangisi doğru mu?

- Yerlerde ve göklerde ne varsa, hep sizin taptığınız ilahınmış, öyle mi?
- Elbette.

- Hayret ettim doğrusu.
- Neden?

- Çünkü bizim binbeşyüz kadar tanrımız var. Hiçbirinin tek karış yeri yoktur.

Sonra devam etti okumaya:
“Allah, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. Ondan gayri tapacak ilah yoktur. En güzel isimler Onundur”.

Sonra Hadid suresine geçti:
“Onun her şeye gücü yeter. Göklerin ve yerin idaresi Onun elindedir. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten Odur. O, bütün yaptıklarınızı görür. Kalbinizden geçenleri bilir. Peygamber, sizi Allah’a imana çağırıp dururken, size ne oluyor ki iman etmiyorsunuz?”

Burada durup tefekküre daldı.

Ve mırıldandı yavaşça:
“Bunlar ne güzel sözler. Ne kadar doğru. Bundan daha güzel söz olamaz.”

Bunu duyan Habbab, saklandığı yerden fırlayıp çıktı ortaya.

Ve haykırdı heyecanla:
- Müjde ya Ömer, müjde! Resulullah efendimizin dün gece ettiği dua, senin hakkında kabul oldu.

Ömer sordu:
- Ne müjdesi?
- Dün gece Resulullah efendimizin yanındaydım. Ellerini kaldırıp dua etmişti.

- Ne demişti?
- Ya Rabbi, bu dini Ebu Cehil bin Hişam veya Ömer bin Hattab ile kuvvetlendir! diye dua etmişti.

Ömer’in yüzü güldü.
- Ya, öyle mi?

- Evet ya Ömer, bu saadet sana nasip oldu, elhamdülillah.
- Elhamdülillah!

Sevinçten güller açmıştı herbirinin yüzünde.
Herkes mutluydu o an.
Ne diyeceklerini bilemiyorlardı.
Hepsinin yüzü gülüyordu.

Ömer’in etrafını saran Said, Fatıma ve Habbab, şimdi bir şey bekliyorlardı ondan.
Ağzının içine bakıyorlardı.

Hani “Kelime-i şehadet”i söylesin diye sabırsızlanıyorlardı.
Vaktiydi gayri.

Nihayet konuştu Ömer:
- Peygamber şu anda nerdedir?

Az önceki kaba, katı adam gitmiş, yerine temiz yüzlü, mütebessim, cana yakın, tatlı bir insan gelmişti sanki.

Düşman gitmiş, dost gelmişti.

Fatıma sevinçle cevap verdi abisine:
- O, şimdi Erkam’ın evindedir abi.

Ömer, sevgiyle baktı kız kardeşine.
- Peki ya Fatıma. Beni Ona götürün! Onun huzurunda Müslüman olacağım.

Aman ya Rabbi! bu ne güzel cümle.
Ne hoş kelam bu.

Üç garip Müslüman, inanılmaz sevince gark oldular o anda.
Hazret-i Ömer ile hazret-i Habbab, hemen yola çıktılar.

O sırada Allah’ın Sevgilisi, bir avuç Eshabıyla sohbet etmekteydi Erkam’ın evinde.
Müminler korku ve endişe içindeydiler.
Sayıları az, kuvvetleri zayıftı.
Ara ara dertleşiyorlardı.

Ölsek de gam değil

“Ah ah! Kelime-i şehadeti bir kerecik olsun, şöyle yüksek sesle haykıramadık şu küffâra karşı. Yoksa nasip olmayacak mı bu bize?”

Nihayet Efendimiz aleyhisselama arzettiler bunu:
- Ya Resulallah! İzin verin, dışarı çıkalım. Kelime-i şehadeti, avaz avaz haykıralım şu küffâra. Bundan sonra ölsek de gam değil.

Efendimiz aleyhisselam teselli etti onları:
- Ey gönlü kırık müminler, gam çekmeyin. O Allah ki, İbrahimi Nemrudun ateşinde yaktırmadı, İsmailin boynunu bıçağa kestirmedi. Bizleri de bu düşmanın şerrinden kurtarır elbet.

Müminlerin kalbleri ferahladı.
Yüzleri güldü.

Daha sonra Efendimiz aleyhisselam ellerini açıp yalvardılar:
- Ya ilahi, bu otuzdokuz kişi ki, sana iman etmiş, can-ü gönülden kul olmuşlardır. Bu gariplerin gözyaşları ve gönül ateşleri hatırına bize acı. Kâfirlerin şerrinden koru. Şanı yüce biriyle bu dine kuvvet ver. Bu biçare müminleri sevindir!

O anda Cebrail aleyhisselam gelip müjdeyi verdi:
- Ey Allah’ın Resulü, hani dün Kureyşin büyüklerinden birinin Müslüman olmasını niyaz etmiştin ya. İşte o duanı cenâb-ı Hak kabul etti. Ömer’i seçip senin emrine verdi. O şimdi buraya geliyor. Kalk, karşıla kendisini.

Az sonra kapı çalındı.
Bilal-i Habeşi koşup baktı kapı aralığından.

Fakat o da ne!?
Geri çekildi birden.

Ömer! dedi korkuyla. Ömer gelmiş!
Diğer sahabileri de bir korku sardı o an.
Korkuları Resulullah efendimiz içindi.

Hemen Efendimiz aleyhisselamın etrafında halka oldular.
Çünkü Ömer, kolay alt edilecek biri değildi.
Ama hazret-i Hamza “radıyallahü teâlâ anhüm” yüreklendirdi onları.

Başını koparırım

- Korkmayın! Gelen, bir kişidir. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. Yoksa...

Kılıcını sıyırdı o ara.
- Yoksa şu kılıçla başını koparırım!

Sonra kapıyı açıp çıktı dışarı.
Ve kükredi adeta:
- Ya Ömer! Sen bizi ne zannediyorsun? Biz, Abdülmuttalip oğullarıyız. Bi-iznillah demiri çiğner, havaya püskürtürüz. Bize karşı zafer bulacağını zannediyorsan aldanıyorsun!

Ve ekledi:
- Hele Resulullahın kılına bile dokundurtmayız, haberin ola!

Efendimiz aleyhisselam, kapıya gelip, güler yüzle karşıladılar İbni Hattabı.
Eshab-ı kiram, elleri kılıç kabzalarında tetikte bekliyorlardı ki,

Efendimiz aleyhisselam;
- Çekiliniz! Yanından ayrılınız! buyurdular.

Sonra sevgiyle kucakladılar hazret-i Ömer’i.
Öyle sıktılar ki, kemikleri birbirine geçti sanki.

Bu arada hazret-i Ömer’in kılıcı düştü omzundan.
Kendi de diz üstü yere çöktü.

Efendimiz aleyhisselam onu omuzlarından tutup kaldırdılar ve
- İmana gel ya Ömer! buyurdular.

O anda “Kelime-i şehadet” yankılandı odada.
Efendimiz aleyhisselam tekbir getirdiler sevinçten.

Müminler de bir ağızdan tekrar ettiler.
Allahü ekber! Allahü ekber!

Yer gök tekbir sedalarıyla inledi o gün.
Erkam’ın evi, bir anda bayram yerine dönmüştü.

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hicabından önüne bakıyordu ki, Efendimiz aleyhisselam onun başını öpüp, dua buyurdular.

O anda Cebrail aleyhisselam geldi.
Enfal suresinin 64.cü âyetini getirmişti ki, mealen; “Ey Peygamberim! Sana, yardımcı olarak Allah ve müminlerden sana tâbi olanlar yetişir!” buyuruluyordu.

Hazret-i Ömer edeple sordu Efendimiz aleyhisselama:
- Kardeşlerimiz kaç kişidir ya Resulallah?

Efendimiz aleyhisselam;
- Seninle kırk olduk, buyurdular.

Arzetti ki:
- Ya Resulallah, kâfirler Lat ve Uzza putlarına aşikâre ibadet ederken, biz, onsekiz bin alemin Rabbine niçin gizli gizli ibadet ediyoruz?

Ve ekledi:
- İzin ver, çıkalım, haykıralım tevhidi. Rabbimize aşikâre ibadet yapalım. Kimden çekiniyoruz?

Efendimiz aleyhisselam uygun gördü bu fikri.
Ve hep birlikte çıktılar o evden.

Hedef, Kâbe-i şerifti.
Oraya gidilecek, müşriklerin gözü önünde saf tutup namaza durulacaktı.

Evet, meydanlar selama dursun.
Müslümanlar geliyor!

Ve kırk garip mümin, Kâbe’ye doğru yürüyüşe geçtiler.

Efendimiz aleyhisselamın sağında hazret-i Hamza vardı.
Önünde hazret-i Ali.

Onun önünde hazret-i Ömer.
Arkada diğer sahabiler
“radıyallahü teâlâ anhüm ecmain”.

Ayaklarını kuvvetlice yere vurarak, heybetle yürüyorlar, geçtikleri yerlerden toz bulutu yükseliyordu havaya.

Peki ya müşrikler?
Onlar, Kâbe yanında oturmuş laflıyorlardı o esnada.

Mevzu, Ömer bin Hattab idi tabii.
Zira o, bir gün önce Ebu Cehilin kışkırtmasıyla galeyana gelmiş ve Resulullahı öldürmek için pür hiddet yollara düşmüştü.

Ümit ve sevinçle ondan haber bekliyorlardı ki, uzaktan bir toz bulutu gördüler birden.

Biri sevinçle haykırdı:
- İşte, geliyor!

- Kim geliyor?
- Kim olacak, Ömer bin Hattab.

- O mu gerçekten?
- Tabii, başka kim olabilir?

- Evet evet, o geliyor.

Az sonra eşkaller belirmişti.
Evet, gerçekten de Oydu gelen.

Gözünüz erkek görsün!

Ömer ibnil Hattab’ın yalın kılıç geldiğini görünce, sevinçlerini şu sözlerle dile getirdi müşrikler:
- Gördünüz mü? Buna Hattaboğlu demişler!
- Aslanım benim. Gözünüz erkek görsün!
- Asileri nasıl da toplamış getiriyor!

Ancak Ebu cehil cin fikirli biriydi.
Beğenmedi bu gelişi.

Başını olumsuzca iki yana sallayıp,
- Hayır hayır, hemen sevinmeyin! dedi.

- Nedenmiş o?
- Bu gelişi beğenmedim ben.

- Ne demek istiyorsun?
- Sizin zannettiğiniz gibi olsaydı, Ömer arkada, diğerleri önde olurdu. Görünen o ki, o da düşmana iltihak etmiş.

Müminler iyice yaklaşmışlardı ki, Ebu Cehil onlara doğru bir iki adım atıp seslendi:
- Bu ne hâl ya Ömer?

Hazret-i Ömer önce “Kelime-i şehadet”i haykırdı.

Sonra o müthiş ihtarını yaptı müşriklere:
- Beni bilen biliyor. Bilmeyen de bilsin ki, Hattaboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın!

Müşriklerde bir iki saniyelik bir şaşkınlık oldu.
Ardından çil yavrusu gibi kaçıştılar etrafa.

Efendimiz aleyhisselam ve müminler bir ağızdan tekbir getirdiler.
Allahü ekber! Allahü ekber!

Sonra saf tutup Kâbe’de namaza durdular.
Üstelik cemaatle ve aşikâre.

Sonra hazret-i Ömer ve Efendimiz aleyhisselam, birlikte Kâbe-i şerifin içine girdiler. Dört taraf putlarla doluydu.

Efendimiz aleyhisselam asasıyla onları gösterip bir âyet-i kerime okudular ki, mealen;
“Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidicidir” buyuruluyordu.

Evet, hak gelmiş, batıl gitmişti.
Mekke, o gün temizlendi putlardan.
Ezan sesleri yankılandı semalarında.

www.gonulsultanlari.com