Seyyid Fehim Efendi “kuddise sirruh”, devrinin bir tekiydi.
Güzel ve sevimliydi.
Gözleri iri siyah, kaÅŸları yay gibiydi.
Kırmızıyla karışık, beyaz benizliydi.
Güzellik timsaliydi.
Onu gören, Yusüf Nebi’yi hatırlıyordu.
İlme küçük yaÅŸta baÅŸladı.
Ve hemen ezberledi Kur’anı.
Bir bayram günü, çok güzel bir elbise vardı üzerinde.
Kendi de çok güzeldi zaten.
Bu haliyle bir "Melek-i mücessem" olmuÅŸtu sanki.
"Åžeyhu" adında gün görmüÅŸ bir zat vardı.
Onu böyle görüp üzüldü.
Kendi kendine;
- “Heyhat!” dedi. “Bir zamanlar Arvas’tan alim çıkardı. Åžimdiyse güzel gençler çıkıyor, bize ne oldu?”
O, bunları kendi kendine söylemiÅŸti.
Ama genç Fehim iÅŸitti.
Yaklaştı kendisine.
- Åžeyhu baba!
- Buyur oÄŸul.
- Niçin böyle söylersiniz?
- İçimden geldi.
- Lütfen söyleyin, nedir sebebi?
Söyledi mecburen:
- Medresemizde bir müderrisimiz yoktur oÄŸul.
- Evet baba.
- Ben ümit ederdim ki senin için, kendini ilimde yetiÅŸtiresin. Bir büyük alim olup, ilme hizmet edesin. Sana yakışan da budur. Ama görürüm ki sen de süslenmeye meyletmiÅŸsin.
Genç "Fehim", almıştı alacağını.
Oradan koÅŸtu eve.
Çıkardı üstündekileri.
Kitaplarını attı omzuna.
Çıktı Cizre yoluna.
İlim öÄŸrenmeye gidiyordu.
Kısa zamanda büyük bir alim oldu.
Hocasının emriyle, "Arvas"a geldi yine.
Åžeyhu Baba’yı gördü.
Bir hayli yaşlanmıştı.
Bastona dayanarak gelmiÅŸ ve sohbetine oturmuÅŸtu.
Memnun görünüyordu.
Dedi ki:
- Biz, böyle görmek istiyorduk sizi iÅŸte.
Seyyid Fehim Arvasi hazretleri memnun oldu.
- Bu işte ortağımsın, buyurdu.
|