Abdülvehhab Şarani, çok büyük bir veliydi.
Şanının yüksekliği, her halinden belliydi.
Çok uzak diyardaki bir talebeyi, şayet,
Kalbi ile yanına etseydi eğer davet,
O talebe, anında muttali olup buna,
Kalkıp, kısa zamanda gelirdi huzuruna.
Abdülvehhab Şarani, çok ilim sahibiydi.
Hak sözü tanımada, mihenk taşı gibiydi.
Her hangi konuşmada, veyahut bir yazıda,
Olan yanlış sözleri, ayırırdı anında.
Doğrular arasında, yanlışlar, ona sanki,
Ruhsuz ve ölü gibi görünürdü filvaki.
Onun ikram ettiği yemekler de, bu minval,
İhsanı ilahiyle çoğalıyordu derhal.
Bir gün, ondört misafir gelmişti hanesine.
Sadece bir tek ekmek ikram etti hepsine.
Bereket ihsan etti, ekmeğe cenâb-ı Hak.
Ondört kişi yedi ve doydular tam olarak.
Abdülvehhab Şarani, bir veli türbesine,
Ziyaret maksadiyle, gidip girdi içine.
Virane, terk edilmiş halde idi bu mezar.
Dolaşırdı orada, korkunç, büyük yılanlar.
Vakit de gece idi o yere vardığında.
Yatıp uyuyuverdi, o mezarın yanında.
Yılanlar, etrafında dolaştılar, durdular.
Lakin kılına bile, asla dokunmadılar.
O koca yılanları, o dahi görüyordu.
Kalbine, zerre kadar bir korku gelmiyordu.
Sabahleyin, bu hali öğrenince cümle halk,
Şaşkına döndü hepsi, çok hayrette kalarak.
Dediler: (Bu zehirli yılanlardan, biz gayet,
Korkup da, bu türbeyi edemezdik ziyaret.
Siz, nasıl bu virane yere gidip yattınız?
Zehirli yılanlardan, nasıl da korkmadınız?)
Buyurdu: (Hak teâlâ, irade etmedikçe,
Onlar, bana bir zarar yapamazlar zerrece.
Sonra, bir kul, Rabbine ederse tam itaat,
Ona da tâbi olur, dünyada her mahlukat.
Ve ibadet ederse, kul, Rabbine ihlasla,
Hiçbir zarar yapamaz bir mahluk ona asla.
Her ne ki emrettiyse kullara cenâb-ı Hak,
Onlara, titizlikle uymalıdır muhakkak.
Birinci vazifesi, budur ki her müminin,
Her şeyden daha önce, etmeli bunu temin.
Eğer kulun bu işte, olur ise ihmali,
Yarın mahşer gününde, zor olur onun hali.
Çünkü emre yapışıp, haramlardan ictinab,
Farzdır ki, her müminin uyması eder icab.)
|