Abdülmecid Şirvani, büyük bir veli idi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Bir Müslüman, bu zata, insanlık icabiyle,
Muhalefet ederek, üzmüş idi haliyle.
Bu velinin kalbini kırmış olan bu adam,
Onun sohbetine de etmedi artık devam.
Lakin bakıp gördü ki, kalbindeki o nisbet,
Gitmiş ve hiç kalmamış bir feyiz ve bereket.
Ruhsuz bir ölü gibi kendini buldu güya.
O günün gecesinde, gördü şöyle bir rüya.
Som ve külçe halinde altını dolu olan,
Bir hazine içinde kendini gördü o an.
Lakin sikke olmamış, hem de mühürlenmemiş.
Olan külçe altınlar, görmüyordu hiçbir iş.
O sırada birisi, dedi ki kendisine:
(Niçin düşünüyorsun seninken bu hazine?)
Ona dönüp dedi ki: (Öyle ama kardeşim!
Bu külçe altınlarla, hallolmuyor bir işim.
Basılıp mühürlenmiş olmadıkça bir altın,
Bir kıymet kazanmıyor nazarında bu halkın.
Şimdi çıksam pazara külçe altınlar ile,
Hiç kimse vermez bana, bir kuruşluk mal bile.
Hatta şüphelenerek yakalayabilirler.
Nereden buldun diye, bana ceza verirler.)
O, dinleyip dedi ki: (Bu sözün çok doğrudur.
Hemen sikkehaneye götür de damga vurdur.)
Dedi ki: (Peki ama, sikkehane nerdedir?)
O, eliyle gösterip dedi: (Şu ilerdedir.)
Sevinip, az gidince gösterdiği o yana,
Baktı ki, üstadının dergahıdır o bina.
O esnada uyanıp, düşündü ki: Vallahi,
Bu rüya oldu bana bir ikaz-ı ilahi.
Ben hocamdan ayrılıp, gitmedikçe sohbete,
Asla vasıl olamam ebedi saadete.
Ne kadar çok olsa da ilim ve ibadetim,
Bir rehberim yok ise, hüsrandır akıbetim.
Rüyanın tabirini, bu şekilde yaparak,
Gitti hemen dergaha, gayet pişman olarak.
Kimseye görünmeden, gizlendi bir köşeye.
Başladı başı önde, sohbeti dinlemeye.
O sırada vaaz eden Abdülmecid Şirvani,
O içeri girince, dersini kesti ani.
Ve hemen buyurdu ki: (Bir kimsenin, faraza,
Bir hazine dolusu çok altınları olsa,
Lakin sikkesiz olup, yoksa mührü, damgası.
Olmaz o altınların sahibine faydası.)
O, bunları duyunca, gidip öptü elini.
Pek çok özür dileyip, affettirdi kendini. |