Bir hayli tesirinde kalmıştı hadisenin.
Ertesi gün, evine gitti Mehmed Dede’nin.
Dedi: (Ey Mehmed Dede, geldim ki bugün size,
Beni de alasınız yüksek hizmetinize.)
Dedi ki: (Ben değilim sizin aradığınız.
O zat Üftade’dir ki, hemen ona varınız.)
Hanesine gelerek, hazırlattı atını.
Ve giydi arkasına sırmalı kaftanını.
Bir seyisini dahi yanına alaraktan,
Üftade dergahına koşturttu atı o an.
Dergaha az mesafe kalmıştı ki, o ara,
Atının ayakları saplandı kayalara.
Bileklerine kadar battı ve kaldı atı.
Uğraşıp, çıkarmaya yetişmedi takatı.
Mecburen indi yere, hayreti arttı daha.
Sırmalı kaftanıyla yürüdü o dergaha.
Vardığında gördü ki, Üftade hazretleri,
Çapa yapıyor idi bahçede bazı yeri.
Üzerinde, eski bir hırka vardı o zaman.
Hüdayi’yi görünce, hitab etti uzaktan:
(Ey Bursa’nın kadısı, sen bu saltanatınla,
Niçin geldin buraya kaftanınla, atınla?
Öyle zannederim ki, yanlış yere geldiniz.
Bu ev yokluk evidir, değil sizin yeriniz.)
Dedi ki: (Ey efendim, neyim varsa dünyalık,
Hepsini, bu eşikte terk eyledim ben artık.
Yeter ki kabul edin beni dahi bu eve.
Her ne emrederseniz, yaparım seve seve.)
Buyurdu: (Öyle ise, kadılığı atarak,
Sırmalı kaftanınla ciğer sat bağırarak.)
Aziz Mahmud Hüdayi, (Peki) deyip hemence,
Sokak sokak dolaşıp, ciğer sattı günlerce.
O, bir müddet yapınca ciğer satma işini,
Verdi ona üstadı hela temizliğini.
Bunu dahi severek yapınca o bir müddet,
Hususi hizmetiyle şereflendi nihayet.
Her sabah, abdest için varıp hücrelerine,
Isıtıp, su dökerdi mübarek ellerine.
Bir sabah da, ibrikle odaya girdi, lakin,
Hiç vakit kalmamıştı suyu ısıtmak için.
Telaşlanıp, ibriği basıverdi böğrüne.
Üstadı (Dök!) deyince, döküverdi eline.
Muhabbet ateşiyle ısınmıştı meğer su.
Üftade hazretleri, anladı bu hususu.
Buyurdu ki: (Evladım, başka hal var bu işte.
Zira bu, ısınmamış bildiğimiz ateşle.
Bu, gönül ateşinde ısınmışa benziyor.
Ve senin kemalini bize haber veriyor.)
|