Habib-i Acemi ki, hal ehli bir kişiydi.
Hak teâlâ indinde, kıymetli birisiydi.
Bir gün emreyledi ki Haccac, adamlarına:
(O Hasan-ı Basri'yi, bulup getirin bana.)
Adamlar, köşe bucak aradılar her yeri.
Lakin onu bulmaktan, aciz kaldı her biri.
Aramadıkları yer kalmadı o beldede.
Lakin bulamadılar kendisini yine de.
Habib-i Acemi’nin bir kulübesi vardı.
Geceleri orada, hep ibadet yapardı.
Fırat kıyısındaydı kulübesi Habib’ in.
Buraya saklanmıştı Hasan-ı Basri o gün.
Haccac'ın adamları, onu bulamayınca,
Dediler ki: (Habib’ in yeri kaldı yalnızca.
Zira bakmadığımız, kalmadı şehirde yer.
Olsa olsa nihayet o kulübeye girer.)
Onu, o kulübede bulmak ümidi ile,
Gelip sual ettiler, Habib-i Acemi’ye.
Dediler ki: (Ey Habib, acaba bu günlerde,
Sen, Hasan-ı Basri'yi gördün mü bu yerlerde?)
Habib, o adamlara sert nazarla bakarak,
Hiddetle buyurdu ki: (Evet gördüm, n'olacak?)
Adamlar sevinerek, dediler ki: (Ey Habib!
Çabuk söyle yerini, bulalım onu gidip.)
Dedi: (Arıyorsanız siz Hasan-ı Basri'yi,
O, şu kulübemdedir, girip bakın içeri.)
Adamlar, bir sevinçle daldılar içeriye.
Lakin meyus olarak, çıktılar hep geriye.
Dediler ki: (Ey Habib, yalan mı söylüyorsun?
Hasan yok kulübede, niçin böyle diyorsun?)
Buyurdu ki: (Şu anda, o içerdedir, fakat,
Siz göremiyorsanız, bende midir kabahat?)
Adamlar, hayret ile bakıştı birbirine.
Dediler: (Göremedik, bakalım madem yine.)
Tekrar bir ümit ile, hep girdiler içeri.
Lakin kızgın olarak, çıktılar tekrar geri.
Dediler ki: (Ey Habib, ya yalan söylüyorsun.
Yahut da, sen bizimle istihza ediyorsun.)
Neticede adamlar, onu bulamayarak,
Terk ettiler o yeri, üzgün, meyus olarak.
Hasan-ı Basri dahi, gittiklerini bilip,
Çıktı hemen dışarı ve sordu ki: (Ey Habib!
İyi biliyorum ki, bereketinle senin,
Görmedi onlar beni, ne yaptın bunun için?)
Dedi: (Âyet-el kürsi ve İhlas suresini,
Okuyup, Rabbimize emanet ettim seni.
Dedim ki: Ya ilahi, sureler hürmetine,
Gösterme üstadımı, onların gözlerine.)
Buyurdu: (Hakikaten, adamların elleri,
Bana değiyordu da, görmüyordu gözleri.)
|