Öyle bir gün idi ki, müminler küffâr ile,
Bir temmuz sıcağında, başladılar kıtale.
Hem kâfirler ordusu, hem de İslam askeri,
Pek kalabalık olup, kuvvetliydi her biri.
Öğleyin mücahidler, hücum etti düşmana.
Öyle şiddetlendi ki, karıştı toz dumana.
Birkaç sevdiği ile, Resulullah o günde,
Sevk ederdi askeri, kumanda mevkiinde.
Ebu Bekr, Ömer, Osman, Talha, Said, Ebu Zer,
Resulün çadırında, hep birlikte idiler.
Fahr-i âlem gördü ki, şiddeti arttı cengin,
Hemen Sa’d ve Said’i, gönderdi yardım için.
Müminlerin kuvveti azalınca daha da,
Gönderdi Ebu Zer’le, hazret-i Talha’yı da.
Görünce daha sonra şehid düşen erleri,
Gönderdi cenk yerine, Osman ile Ömer’i.
En son, Resulullahın mübarek çadırında,
Hazret-i Ebu Bekir kaldı bir tek yanında.
O dahi harbe girip, savaşmak istiyordu.
Ve lakin Resulullah, müsaade etmiyordu.
En şiddetli haliyle devam ederken savaş,
Hazret-i Ebu Bekri, sardı birden bir telaş.
Ve sabırsızlanarak yerinde için için,
Fırladı biraz sonra, savaşa girmek için.
Ve lakin Resulullah, tutarak eteğinden,
Savaşa girmesine mani oldu ve hemen,
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, şunu bil ki evvela,
Kalbime, vücuduma gelen her dert ve bela,
Hafifliyor, görmekle senin hoş cemalini.
Sen de harbe girip de, yalnız bırakma beni.)
Hem Abdullah bin Mes’ud adındaki sahabi,
Anlatır yine aynen, yukarıdaki gibi:
Ramazan-ı şerifin onyedinci gününde,
Hazır bulunuyorduk, meşhur Bedir harbinde.
Yoktu ordu içinde, benden zayıf mücahid,
Lakin ben öldürmüştüm, Ebu Cehl’i o vakit.
Geldik karşı karşıya kâfirlerle biz o gün.
Hazret-i Ebu Bekir, yanındaydı Resulün.
Oğlu, henüz İslam’la olmamıştı müşerref.
Düşman cephesindeydi bu sebepten maalesef.
Görür görmez oğlunu, kâfirler arasında,
Hem de küffârın başı, Ebu Cehl’in yanında,
Sıddıklık damarları kabararak o saat,
Öldürmeyi istedi, oğlunu kendi bizzat.
Dedi: (Ya Resulallah, izin verin, gideyim.
Oğlumu, elim ile öldürüp de geleyim.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, harbe girmemelisin.
Bilmez misin sen bana, kulak ve göz gibisin.)
|