Bir gün hazret-i Ömer, zekat develerinden,
Birinin ardı sıra koşuyordu ki, birden,
Gördü hazret-i Ali, Halifenin halini.
Sordu hayret içinde, ona şu sualini:
(Hayrola, nedir bu hal ya Emir-el müminin!
Neden böyle koşarsın, ardından bu devenin?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, beytülmalın bu deve.
Havutunu düşürmüş, kaçıyor başka yere.
Tutup da havutunu vurayım ki ben derhal,
Zarara uğramasın, zamanımda beytülmal.)
Dedi ki: (İyi ama, siz niçin koşarsınız?
Olmaz mı başkasını bu işe koştursanız?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, bu iş benim vazifem.
Yarın mahşer gününde, bu, benden sorulur hem.
Bizzat ben yapayım ki vazifemi bu günde,
Pişmanlık duymayayım, yarın mahşer gününde.)
Duydu hazret-i Ali, bu sözü Halifeden,
Derinden bir (Âh) çekip, ağladı sonra hemen.
Ve dedi ki: (Ya Ömer, iş böyledir hakikat.
Senin gittiğin yoldan, gidemez kimse fakat.
Bu işi, senden sonra götürecek kişiler,
Korkarım yapamayıp, sıkıntıya düşerler.)
Yine hazret-i Ömer, milletine faraza,
Herhangi bir nesneyi, yasaklayacak olsa,
Önce, ailesini toplayıp hemencecik,
Bu yasağı, onlara ederdi önce tatbik.
Yakın akrabaları, bu yüzden diğer halktan,
Daha çok kaçarlardı, her haram ve günahtan.
Yine Bizans ilinden, bir gün de Halifeye,
Bir elçi gelmişti ki, o dönerken geriye,
Halifenin hanımı, borç alarak bir altın,
Koku alıp doldurdu, içine cam bir kabın.
Ve hediye gönderdi, elçinin hanımına.
O da, buna karşılık, kokuların kabına,
Mücevher doldurarak, gönderdi ona geri.
Verdiler bu hanıma, gelen mücevherleri.
Akşam hazret-i Ömer, evine geldiğinde,
Gördü mücevherleri, hanımının elinde.
Nereden geldiğini sual edince ondan,
Dedi ki: (Geldi bunlar, elçinin hanımından.)
Buyurdu: (Benim zevcem olmasaydın sen eğer,
Sana gönderilmezdi, elbet bu mücevherler.
Yabancı bir devletten, sana gelen hediye,
Aslında sana değil, gelmiştir Halifeye.
Hatta bu hediyeler, asıl beytülmalındır.
Senin olan, o ödünç aldığın bir altındır.)
Hanımı kabul edip, dedi ki: (Peki a’la.)
Mücevherler satılıp, konuldu beytülmala. |