Muinüddin-i Çeşti, evliya-yı kiramdan
Kerametleri vardır, akılları şaşırtan.
Muinüddin, lakabı, Hasan, asıl adıdır.
Seyyid, yani sevgili Resulün evladıdır.
Hindistan'da yaşayan, bu mübarek veli zat,
Yüz yaşına gelince, Ecmir'de etti vefat.
O henüz çocuk iken, vefat etti babası.
Bir bağ düştü kendine pay edince mirası.
Bir gün, bir Hak aşığı, teşrif etti o bağa.
O zata hürmetinden, kalktı hemen ayağa.
Ellerini öperek, oturttu bir gölgeye.
En güzel üzümlerden, getirdi yesin diye.
Lakin o, üzümlere hiç rağbet etmeyerek,
Çıkardı iç cebinden, bir lokma kuru ekmek.
Koydu onun ağzına, eliyle o lokmadan.
Muinüddin’in kalbi, nur ile doldu o an.
Çıktı dünya sevgisi, tamamiyle kalbinden.
Yerine, muhabbeti ilahi girdi hemen.
Dağıttı fakirlere, sonra cümle malını.
Ezberledi Kur'an-ı kerimin tamamını.
Bir Allah adamını, aradı o arada.
Osman-ı Haruni’ye, tâbi oldu sonra da.
Yirmi yıl, bu hocaya hizmet edip, nihayet,
Tasavvufta yetişip, aldı mutlak icazet.
Bir kerpiç duruyordu, o anda önlerinde.
Emriyle alır almaz, altın oldu elinde.
Buyurdu ki: (Tamamdır, işin ya Muinüddin!
Artık hizmet bekliyor, şu anda senden bu din.)
Artık o, şefkat ile baksaydı bir insana,
Kavuşurdu o kişi, manevi çok ihsana.
Yedi günde bir lokma, hem de kuru olarak,
Katıksız ekmek yerdi, bir suya batırarak.
Hırkası eskiseydi, bizzat kendi yamardı.
Sonra, yama üstüne, tekrar yama yapardı.
Seyahatte bir ara, uğradı Beytullaha.
Kâbe’yi tavaf edip, dua etti Allah'a.
Oradan, Medine'ye gelen bu mübarek zat,
Resul-i müctebayı, gözüyle gördü bizzat.
Şöyle ki, girer girmez o mescid-i Nebi'ye,
Bir ses çıktı Ravda'dan: (Muinüddin gel!) diye.
Bu ses, bizzat Resulün kabrinden geliyordu.
(Bana, Muinüddin'i çağırınız!) diyordu.
Türbedar, cemaatin arasına girerek,
Çağırdı: (Muinüddin! Muinüddin!) diyerek.
O böyle çağırınca mescitte olanlara,
(Buyur! buyur!) dediler, çok kişi türbedara.
Bu hale çok şaşırıp, geri geldi türbeye.
Sordu Resulullaha: (Hangisi gelsin?) diye.
Türbedar, edep ile bekliyorken Ravda'da,
(Çeşti olanı gelsin!) denildi o arada.
Cemaate hitaben, bağırdı ki bu sefer:
(Muinüddin Çeşti'yi çağırıyor, o Server!)
İçeri gel
Hazret-i Muinüddin, bu sesi duyduğunda,
Bambaşka bir hallere, giriverdi o anda.
Ağlayıp, gözlerinden gözyaşları dökerek,
İlerledi Ravda'ya, salevat getirerek.
Ravda'nın kapısında, edep ile beklerken,
(İçeriye gel!) diye, bir ses duydu türbeden.
Girdi mahcup bir halde, duyunca bu nidayı.
Görmekle şereflendi, Resul-i kibriyayı.
Peygamber efendimiz, buyurdu ki o anda:
(Git ve benim dinime, hizmet et Hindistan’da.
Orada, evladımdan Hüseyin adlı bir zat,
Küffârla savaşırken, şehid düştü şu saat.
Nerdeyse bu memleket geçecek kâfirlere.
Durma, hemen bugünden, hareket et o yere.
Sen oraya varınca, mağlup olur o küffâr.
İslam’ın nuru ile, aydınlanır o diyar.)
Sonra da bir nar verip, buyurdu ki: (Al bunu.
Buna bakıp, anlarsın Hindistan’ın yolunu.)
O Resulün elinden aldığında o narı,
Gördü onun üstünde, nehirleri, dağları.
Bir fatiha okuyup, Peygamberin ruhuna,
Çıktı kırk kişi ile, Hindistan'ın yoluna.
Dağları, tepeleri süratlice aştılar.
Nihayet selametle, Ecmir’e ulaştılar.
Daha sonra orada, satın alıp bir inek,
Keserek, yaparlardı etinden her gün yemek.
İneğe taptığından o yerdeki ahali,
Toplandılar meydana öğrenince bu hali.
Taş ile sopaları alarak ellerine,
Saldırdılar hep birden, onların üzerine.
Muinüddin-i Çeşti, yerden toprak alarak,
Saçtı o kâfirlere, dualar okuyarak.
O topraktan, onlara isabet ettiğinde,
Her biri taş kesilip, kala kaldı yerinde.
Bir santim yürümeye, olmadı mecalleri.
Asla gidemediler, ne ileri, ne geri.
Aciz kalıp döndüler, mecburen yerlerine.
Arz ettiler bu hali, meşhur cinnilerine.
Onu, kendilerine, yeni başkan seçtiler.
Müminlere bir daha saldırıya geçtiler.
Lakin o cin görünce, bir an onun nurunu,
Yaprak gibi titreme kapladı vücudunu.
Sonra gelip hürmetle, kapandı ayağına.
Ve onun huzurunda, derhal geldi imana.
Diğerleri dönerek, hükümdara geldiler.
Gördükleri bu hali, ona haber verdiler.
O müşrik hükümdar da, kaldı hayret içinde.
Çok meşhur biri vardı, sihirbazlık işinde.
İsmi Ecipal olup, bu idi yalnız işi.
Öyle meşhur idi ki, dünyada yoktu eşi.
Hükümdarın ümidi, bunda idi nihayet.
O dahi, kendisine güvenirdi begayet.
İndir onu aşağı
Dedi ki: (Hükümdarım, bana bırak bu işi.
Sihrimin karşısında, tutunamaz o kişi.)
Cümle talebesini takarak arkasına,
Oturdu kendi dahi, bir ceylanın postuna.
Büyük gürültülerle, bağırıp çağırarak,
Geldiler, kendi dahi önlerinde uçarak.
Muinüddin-i Çeşti, gelenleri görünce,
Hemen etraflarına, bir çizgi çizdi önce.
Sonra da, buyurdu ki o müminlere hemen:
(Dışarı çıkmayınız, sakın bu daireden!)
Sihirbaz Ecipal ve cümle talebeleri,
Asla giremediler daireden içeri.
Çok uğraştılarsa da içeri girmek için,
Lakin gelemediler üstesinden bu işin.
Dünyaca gayet meşhur tanınan bu sihirbaz,
Büyük hayret içinde, dedi ki: (Hayır, olmaz!
Benim gibi bir sahir yokken bu yeryüzünde,
Nasıl mağlup olurum, bir insanın önünde.)
Bir şey yapamayınca müminlere velhasıl,
Başka sihirlerini denedi, fasıl fasıl.
Dağlardan, milyonlarca yılanları alarak,
Onların üzerine gönderdi, sihr yaparak.
Yılanlar, sürü sürü, dere tepe aştılar.
Sular gibi akarak, onlara ulaştılar.
Lakin geldiklerinde onlar da o çizgiye,
Yine giremediler, bir santim içeriye.
Yine aciz kalınca, bu sihirle de artık,
Ateşler yağdırmaya başladı bir aralık.
Lakin o ateşler de, geldiğinde çizgiye,
Tek bir kıvılcım dahi, girmedi içeriye.
Onlara, zerre kadar yapamadan bir zarar,
Meyus halde geriye döndü o sihirbazlar.
Onların en büyüğü, dedi ki hükümdara:
(İzin ver, tek başıma gideyim ben onlara.)
Bir ceylan derisinin üstüne oturarak,
Müminlerin üstüne, geldi tekrar uçarak.
Muinüddin Çeşti’yi tehdit etti bir hayli.
Hırlayan bir köpeğe benziyordu o hali.
O dahi, sihirbaza buyurdu ki o anda:
(Sen, yerde ne yaptın ki, ne yaparsın havada?)
Bu sözden etkilenen sihirbaz da, o zaman,
Postunun üzerinde yükseldi göğe o an.
Ne zaman ki müminler, görmedi artık onu,
Muinüddin-i Çeşti çıkardı pabucunu.
Buyurdu: (Ey pabucum, sen de çık havalara.
İndir onu aşağı, başına vura vura.)
Ve o pabuç, havaya fırladı birden bire.
Süratle yükselerek, yetişti o kâfire,
Başına vura vura, indirdi Ecipal’i.
Artık sihir yapmaya kalmamıştı mecali.
O da Müslüman oldu
Anladı en nihayet kendi acizliğini.
Bir pişmanlık duygusu, kapladı hem içini.
Üzüldü çok hatalı bir yolda olduğuna.
Muinüddin Çeşti’nin kapandı ayağına.
O dahi Ecipal’e su uzattı bir bardak.
İçince, döndü kalbi İslam’a tam olarak.
Kelime-i şehadet getirip hemen o an,
Küfürden kurtularak, o da oldu Müslüman.
Buyurdu: (Ey Ecipal, her ne arzun var ise,
Hasıl olması için, şu anda söyle bize.)
Ecipal, fevkalade bir hürmet göstererek,
Dedi ki: (İnsanların, çok riyazet çekerek,
En son ulaştıkları, en üstün makam var ya,
Kavuşmak istiyorum, işte o üst noktaya.)
Muinüddin-i Çeşti, ona (Peki) diyerek,
Bir nazar etti ona, merhamet eyleyerek.
Onun bu nazarıyla, Ecipal de velhasıl,
Tasavvufta, en yüksek noktaya oldu vasıl.
Ve yine bu Ecipal, bu zatın huzurunda,
İman ve hidayete, o gün kavuştuğunda,
Arz etti ki: (Efendim, münasip görürseniz,
Bir merkezi bölgede, ikamet eyleseniz.
Böylelikle insanlar, size kolay gelirler.
Onlar da, iman ile belki şereflenirler.)
Muinüddin-i Çeşti, bunu uygun görerek,
Şehrin tam merkezine, taşındı göç ederek.
Sonra da buyurdu ki yanında olanlara:
(Gidiniz, söyleyiniz şu gafil hükümdara,
Deyin ki: Ey hükümdar, ey katı kalbli insan!
Sen de putperestliği bırak da, eyle iman.
Yoksa, çok pişman olup, ah edersin sen dahi.
Ve lakin bir faydası, olmaz onun vallahi.)
Onlar, (Peki) diyerek, hükümdara geldiler.
Bu sözleri, ayniyle ona tebliğ ettiler.
Ve lakin açılmadı kalbindeki o zulmet.
Yani nasip olmadı ona iman, hidayet.
Bunu haber alınca, o, talebelerinden,
Gayretine dokunup, gadaba geldi birden.
Bir İslam hükümdarı vardı ki o diyarda,
O günlerde bir gece, gördü onu rüyada.
Buyurdu ki: (Ey sultan, buraya et ki sefer,
Hindistan sultanlığı, sana olsun müyesser.)
O sultan, çağırarak bilcümle âlimini,
Sual etti onlara, rüyanın tabirini.
Dediler ki: (Ey sultan, mübarektir rüyanız.
O yere müteveccih, çıksın ordularınız.)
(Peki) deyip o sultan, sürerek ordusunu,
Fethetti baştan başa, o Hindistan yurdunu.
Muinüddin Çeşti’nin, saye-i himmetiyle,
Hindistan, İslam ile nurlandı tamamiyle.
|