Bu satırları yazan (Abdüllatif Uyan), üniversitede okurken Kadıköy müftülüğünde “müftülük katibi” olarak çalışıyordum.
Müftümüz, “Ahmet Mekki Efendi” idi.
Evlad-ı Resuldendi.
Derin ilmi vardı.
Pazar günleri, Fatih camiinde, ikindiden sonra vaaz ediyordu.
Ben de vaazlarını takib ediyordum.
Bir gün, vaazdan sonra birlikte çıkıp Edirnekapı’ya doğru yürümeye başladık.
Ben çantasını taşıyordum.
Abim Lütfü Uyan’ın evine gidiyorduk.
Ona arabi okutuyordu.
Malta çarşısından geçip bir sokağa girdik.
O sokak üzerinde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin talebesinden, ilim ehli bir zat oturuyordu.
Vakit akşama yakındı.
Yürüyerek o alim zatın evinin köşesine gelmiştik ki, durdu birden.
Ben de durdum.
Bana bakıp;
- Abdüllatif! Gel bu yoldan gitmiyelim, buyurdu.
Merak ettim.
- Neden efendim?
- Biliyorsun bu yol üzerinde filan efendi oturuyor. Evinin önünden bir hâl hatır sormadan yürüyüp gidersek, edebsizlik olur.
Cahil cesur olur ya.
- İsterseniz kapısını çalıp bir selam verelim, dedim.
- Yok hayır, buyurdu. Akşam ezanı yakın. Belki abdest hazırlığı yapıyordur, rahatsız etmiyelim. En iyisi gel şuradan gidelim.
Sol aşağı kıvrıldık.
Büyükçe bir adayı dolaşıp, abimin evine gittik.
Çok şaşırmıştım.
Halbuki kendisi de büyük alimdi.
Hem o alim zattan daha yaşlıydı.
“Seyyid”di üstelik.
İnceliğe bakar mısınız!
İlme hürmete.
Alime saygıya.
Ve tevazuya.
Bu davranışı, o gün bana çok tesir etmişti.
E büyüklerimiz; "Alimi, alim anlar" buyurmuşlar ya.
O günü hiç unutamıyorum.
|