Hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin, ve Abdullah bin Cafer “radıyallahü anhüm”, uzun bir sefere çıkmışlardı.
Biraz sonra yorulup mola verdiler.
Üçü de acıkmıştı.
O yerde bir kadın görüp;
- Yiyecek bir şeyin var mı? diye sordular.
Tereddütsüz cevap verdi:
- Var var.
Tek koyunu vardı kadıncağızın.
Hemen kesip doyurdu onları.
Aradan yıllar geçti.
Bu kadıncağız fakirleşmiş, maişet için, Medine’ye gelmişti.
Hazret-i Hasan bir görüşte tanıdı kadını.
Tabii o günkü fedakârlığını da.
Ona çok koyun ve altın verdi.
Sonra kardeşi Hüseyin’e gönderdi.
Hazret-i Hüseyin de hazret-i Hasan’ın verdiği kadar verdi.
Ve Abdullah bin Cafer’e gönderdi.
O da onların verdiği kadar verip, gönderdi kadıncağızı.
Kadın çok zengin olarak döndü memleketine.
Niçin ağlarsınız?
Bir gün hazret-i Hasan, evinde ağlıyordu.
Sevdikleri;
- Niçin ağlarsınız? dediler.
Derinden bir “Ah!” çekti ve;
- Bize yazıklar olsun, buyurdu.
Sordular:
- Ne oldu? Niye “Ah” edersiniz?
- Daha ne olsun. Yedi gündür misafir gelmedi hanemize.
Niçin titrersiniz?
Hazret-i Hüseyin, bir gün namaza duracaktı.
Seccadenin üzerinde titremeye başladı.
Sordular:
- Neden böyle titrersiniz?
- Rabbimin huzuruna çıkacağım, nasıl titremeyeyim, buyurdu.
Hazret-i Hasan da namaza duracağı zaman korkudan titrer ve;
- Allahü teâlânın dağlara arzettiği, fakat dağların bile kabul edemediği
“Kulluk vazifesi”ni yapmak üzereyim. Bilmem ki layıkıyla yapabilecek miyim? derdi.
|