Aliyyül Mürteza'ya, o Server-i kâinat,
Hususi nasihatler ederdi ona bizzat.
Bir gün de buyurdu ki: (Ya Ali, olma cimri.
Cömert ol ve katiyen, ayıplama kimseyi.
Buz, nasıl erir ise güneşin karşısında,
Öyle erir günahı, cömert insanların da.)
Bilal-i Habeşi de, rivayet eder ki hem:
Yanımıza gelmişti, bir zaman Fahr-i âlem.
Gayet sevinçli olup, tebessüm ediyordu.
Ondördüncü ay gibi, yüzü nur saçıyordu.
Dedim ki: (Anam, babam, feda olsun yoluna.
Sizdeki bu nur nedir, çok parlak geldi bana?)
Buyurdu: Amcam oğlu, kardeşim ve damadım,
Hakkında, Rabbimizden şimdi bir müjde aldım.
Nikah ettiği zaman, Ali'ye Fatıma'yı,
Rıdvan'a emretti ki, (Sallayıver Tuba'yı!)
O, Tuba ağacını, tutup salladığında,
Çok senetler saçıldı o ağaçtan anında.
Onların üzerinde, şu yazı vardı ki hem,
Ondandır işte benim bu sevincim ve neşem:
(Kim benim Resulümle, onun ehl-i beytini,
Severse, görmez onlar Cehennem ateşini.)
Peygamber efendimiz, buyurdu ki bir gün de:
Aç, susuz ve çıplakken halk kıyamet gününde,
Biz dört kişi, binekler üzerinde oluruz.
Ben, burak üzerinde bulunurum bahusus.
Salih aleyhisselam, devesine biner, ve,
Biner Fatıma dahi, Asba adlı deveye.
Aliyyül Mürteza da, cennet develerinden,
Birisine binerek, gider benim önümden.
(La ilahe illallah, Muhammed Resulullah!)
Diye nida edince, melekler görür nagah.
Kendi kendilerine, şöyle zannederler ki:
Bu, büyük meleklerden biridir elbette ki.
Hak teâlâ katından, o esnada bir nida,
Gelir ki, herkes onu işitirler o anda.
Der ki: (Ey mahşer halkı, o, bir melek değildir.
O, benim Habibimin eshabından Ali'dir.)
Bir gün de buyurdu ki: (O Kıyamet gününde,
Ben gelirim, Ali de durur benim önümde.
Liva-i hamd’i dahi, o taşır ki o zaman,
Sancak, iki parçadır sündüs ve istebrak'tan.)
Biri sual etti ki: (Ya Resul-i mücteba!
(Nasıl taşıyabilir, o sancağı acaba?)
Buyurdu ki: (Elbette, onu taşıyabilir.
Çünkü ona, çok üstün hasletler verilmiştir.
Sabrı bana benziyor, güzelliği Yusüf'e.
Benzer kuvvette dahi, o aynen Cebrail'e.)
|