Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri “rahmetullahi aleyh“ zamanında, Bitlis’te bir kış günü idi.
Bir genç, köyden şehre gidecekti.
Atına atlayıp düştü yollara.
Fakat dağ yolunda kuvvetli bir tipiye tutuldu bir ara.
Öyle ki, göz gözü görmüyordu.
Bir adım ilerisini göremiyordu.
Geri de dönemiyordu.
Şaşırıp kaldı.
Gözlerini kapayıp yalvardı:
“Ya Rabbi, bu zamanın Kutbu hangi Veliyse, o zatı yetiştir bu acize.”
Gözünü açtığında, gördü ki biri var yanı başında.
Nurlu ve sevimli bir zat.
Tuttu atının dizginini.
Ve işaret etti eliyle.
- Bu taraftan gidersen, ulaşırsın şehire!
Ve kayboldu gözden.
Genç, sürdü atını o yöne.
Kurtuldu tehlikeden.
İyi de, kimdi o zat?
Şekl-i şemaili, iz bırakmıştı zihninde.
Uzun yıllar unutamadı.
Ve “Otuz sene” geçti aradan.
Bu kimse, İstanbul’a geldi bir zaman.
Bayezid civarında işleri vardı.
Bir gün, ikindi namazı için girdi camiye.
Baktı ki, bir hoca vaaz ediyor.
Oturup dinledi.
Ama bu sima, ona hiç de yabancı gelmedi.
Kendi kendine;
“Ben bu zatı bir yerde gördüm” diyordu.
Ama bir türlü hatırlayamıyordu.
Vaaz boyunca hep bunu düşündü.
Zihnini zorladı, çıkaramadı.
Nihayet bitti vaaz.
Abdülhakim Efendi kürsüden inip kapıya doğru giderken, bunun yanına gelip durdu.
Kulağına eğilip;
- Hatırlayamadın mı? buyurdu.
- Hayır efendim, ama…
- Hani Bitlis’te…
- Evet efendim, galiba siz….
- Hani tipi vardı…
O zaman hatırladı.
- Tamam efendim, öyle olduydu.
Hürmetle sarıldı ellerine.
Efendi hazretleri giderken, o ağlıyordu.
|