Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh“, çocuklar gibi saf ve temiz kalbliydi.
Üstelik çok hassas, ince ruhluydu.
Çabuk kırılırdı.
Ben ise kaba saba ve cahildim.
Oğullarından Baha bey, kanser hastalığına yakalanmıştı bir ara.
Her gün ziyaretine giderdik ikimiz.
Bir gün, onu ziyarete gittik yine.
Ona zemzem suyu götürecektik.
Küçük bir şişeye koymuş olduğu zemzemi, tam müftülükten çıkarken verdi bana.
- Bunu iyi muhafaza et, Baha’ya içireceğiz.
Alıp pardösümün sağ cebine koydum.
Koydum ama, o cebin delik olduğunu unutmuşum.
Daha müftülükten çıkmamıştık ki, güzelim şişe "Paat" diye yere düştü ve kırıldı.
Zemzem gitti tabii.
O kadar üzüldü ki, çocuk gibi küstü bana.
Akşama kadar hiç konuşmadı.
Ama akşam vapura binince, gönlümü aldı yine.
Dün ne yediniz?
Babasının talebelerinden yaşlı bir zat ile Fatih semtinde yürüyorduk bir gün.
Baktık, Ahmet Mekki Efendi de karşıdan bize doğru geliyordu.
O zat, Ahmet Mekki Efendi’yi görünce;
- Bak! dedi bana. Mekki Efendi, Abdülhakim Efendi hazretlerine ne kadar çok benziyor. Aynen mübarek babası.
Ben, Abdülhakim Efendiyi görmedim.
Fotoğraflarından tanıyorum.
Gerçekten de çok benziyordu mübarek babasına.
Dün ne yediniz?
Bir Pazartesi günüydü.
Ahmet Mekki Efendi sordu bana:
- Dün ne yediniz?
- Pilav yedik efendim.
- Üzerinde karabiber de var mıydı?
- Yoktu efendim.
O zaman şu beyiti okudu:
Dane-i fülfül siyah.
Hâl-i mahbûbân siyah.
Her dû dil suzend amma.
An kücâ, in kücâ!
Manasını sordum.
Buyurdu ki:
Karabiber tanesi siyahtır.
Sevgilinin yanağındaki “ben” de siyahtır.
İkisi de yakıcıdır.
Ama biri dili yakar, öteki gönlü.
O nerde, bu nerde!”
|