Mahşerin sıkıntısı dayanılmaz hâl alınca, mahşer halkı, bundan kurtulmak için çare ararlar.
Önce Adem aleyhisselama gidip dert yanarlar:
- Ey babamız! Ey hazret-i Adem! Sen, Peygamberlerin ilkisin ve çok şereflisin. Bu mahşer meydanında halimiz pek fenadır. Dayanacak gücümüz kalmadı. Ne olur, bize şefaat et ki, başlasın hesabımız. Hak teâlâ ne hüküm verirse, razıyız.
Adem aleyhisselam, kendini buna layık görmeyip özür diler:
- Siz Nuh Peygambere gidin!
Mahşer halkı, bin sene müşavere edip,
Nuh aleyhisselama varırlar:
- Ya Nuh! Ne olur, bize şefaat et ki, Rabbimiz baksın hesabımıza. Artık dayanamıyoruz.
Lakin O da kendini geri çekip, özür diler.
- Siz, İbrahim Peygambere gidin!
Onlar, yine bin sene müşavere edip, İbrahim aleyhisselama varırlar.
Mahşerin sıkıntısına takatları kalmamıştır.
Hesabın başlaması için şefaat isterler:
- Ya İbrahim! Sen Allah’ın dostusun. Ne olur bize şefaat et ki, hesabımız başlasın artık.
Fakat O da kendini buna layık görmez.
- Siz Musa Peygambere gidin! der.
Ehl-i mahşer toplanıp, bir ümitle Musa aleyhisselama varırlar:
Ve yalvarırlar:
- Ya Musa! Sen kelimullahsın. Bize şefaat et ki, Hak teâlâ hesabımızı görsün. Bu sıkıntıya tahammülümüz kalmadı artık.
Musa aleyhisselam da kendini kusurlu görüp, özür diler:
- Siz en iyisi İsa Nebiye gidin!
Bu defa topluca İsa aleyhisselama varıp yalvarırlar:
- Ya İsa! Ne olur bize acı! Şu sıkıntıdan kurtulmamız için sen ol bize aracı!
Ancak o da kendini geri çeker:
- Siz Hatem-ül enbiyaya gidin. Çünkü o, Habibullahtır ve Peygamberlerin en üstünüdür. Ümit ederim ki, O şefaat eder ve Onun şefaati kabul olur.
Ve son bir ümitle Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamın, minberine varır, arzederler:
- Ya Muhammed! Sen Allah’ın Habibisin. Seni kırmaz. Biz hazret-i Adem’e gittik. Bizi Nuh Peygambere havale eyledi. Ona gidip yalvardık. O da İbrahim Peygambere gönderdi. İbrahim Peygamber, Musa Kelimullaha, O da İsa Peygambere, İsa Nebi de, O Habibullahtır, Onun şefaati kabul olur diye Hazretinize havale etti bizi.
Ve yalvarırlar:
- Senden başka gidecek kimsemiz kalmadı. Halimiz pek fenadır. Ne olur, sen şefaat et ki, başlasın hesabımız. Hak teâlâ, ne hüküm verirse razıyız.
Resulullah efendimiz aleyhisselam kabul eder ve;
- Peki, Rabbim izin verirse ben şefaat ederim, buyurur.
Sonra kalkar, izzetle Arş-ı alâya varır.
Orada, bin senelik bir secdeye kapanır.
Rabbini, bir mükemmel hamd ve sena eder ki, bu, Ondan gayri hiçbir kimseye nasib olmamıştır.
O an ehl-i mahşerin hali pek fenadır.
Çekilen zahmetleri anlatmak mümkün olmaz.
Şöyle ki;
Çoklarının haram yoldan kazandıkları mallar, o gün, boyunlarında birer halka olmuştur.
Ve öyle ağırlaşır ki, “büyük dağ” olur sanki.
Feryat ve figanları gök gürlemesini andırır.
“Va veyla! Va sebura!” diye feryat ederler.
Onların feryadına, yer gök dayanmaz.
Ya zekatı verilmeyen mallar?
Onlar da koca bir “Yılan” olup, sahibinin boyunlarına dolanır.
Öyle ağırlaşır ki, “değirmen taşı” gibi olur.
O kimse feryat edip, bağırır ki:
- Bu nedir?
Melekler cevap verirler:
- Zekatını vermediğiniz mallardır.
Bunlar da zina yapanlardır
Bazıları vardır ki, avret mahallerinden, kan, cerahat ve irin akar.
Tahammülü imkansız pis kokuları vardır.
Bunlar da zina yapan erkek ve kadınlardır.
Bir kısmının dilleri, sarkmıştır böğürlerine.
Bunlar da iftira edenlerdir.
Velhasıl Resulullah efendimiz aleyhisselam secdede iken, Rabbimizden hitap gelir:
- Ya Muhammed! Başını secdeden kaldır ve şefaat eyle. Söyle muradını ki kabul edeyim.
Peygamber efendimiz aleyhisselam başını secdeden kaldırıp yalvarır:
- Ya ilahi! Kulların arasından iyi ve kötüleri ayır ki, günahlarıyla rezil rüsvay oldular bu meydanda. Artık bu azaba tahammülleri yoktur.
Resulullah efendimizin şefaatini Hak teâlâ kabul eder.
“Mizan” kurulur.
Ve ehl-i mahşer izdihamdan kurtulur.
Lakin kâfirlerin işi zordur.
Zira girecekleri Cehennemin azabı yanında bu sıkıntılar, denize nazaran damla bile değildir.
|