Osmanlı padişahı, birinci Sultan Ahmet Han, büyükçe bir cami yaptırmaya karar verir.
Yer, Sultanahmet’tir.
Ayasofya’nın tam karşısında.
İnşaat başlar.
İlk kazmayı, Padişahın emriyle Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri “rahmetullahi aleyh“ vurur.
Ve bir Cuma günü cami tamamlanır.
Açılış için herkese haber salınır.
İyi de Cuma hutbesini kim okuyacaktır?
Padişahın zihninde bellidir isim.
“Aziz Mahmud Hüdayi”.
Ve verir emrini:
- Derhal çağırılsın Hakkın bu velisi!
Büyük veli, Üsküdar’da oturmaktadır.
Haberi alır almaz iskeleye varır.
Fakat o da ne?
Bir fırtına, bir rüzgar.
Dalgalar, sıra dağlar gibi kıyıya çarpar.
Ama mutlaka karşıya geçmelidir.
Zira bu, Padişah emridir.
İyi de kayıkçılar yoktur ortalıkta.
Öyle ya, bu havada kim geçmek ister karşıya?
Nihayet birini bulur.
- Evlat! Karşıya geçmek istiyorum, buyurur.
Şaşırır adam.
- Delirdin mi baba?!
- Neden?
- Havaya baksana. Çıkılır mı bu fırtınada?
- Çıkılır evlat. Allah büyüktür.
- Amenna.
- Haydi öyleyse gidelim.
Adam sorar:
- Galiba işin mühim.
- Evet. Padişah çağırdı, gitmeliyim.
- Pekala baba, gel bakalım, der.
Büyük Veli, “Bismillah” der, biner kayığa.
Çabucak varırlar “Sarayburnu”na.
Sakin, sessiz ve rahat.
Dalgalar, adam boyu gelirler ard arda.
Kayığa dokunmazlar fakat.
Kayığın etrafını çevirir sakin bir alan.
Su olur süt liman.
Kayık, “Gelin” gibi süzülüp, karşıya varır.
Bu yüzden Üsküdar-Sarayburnu arası, “Hüdayi yolu” adını alır.
|