Abdülhakim Arvasi “kuddise sirruh“.
Sülale-i Resulden bir büyük zat idi.
Son asırda yetişen büyük alimlerdendi.
İlmiyle amil, büyük “Veli” idi hem.
Van’ın Başkale ilçesinde geldi dünyaya.
Yirmidokuz sene kaldı Başkale’de.
Yanında çok alimler yetişti.
Güzel simalı, buğday benizliydi.
Nurlu ve sevimliydi.
Kaşları, hilal gibi kabarıktı ve ince.
Gözleri, görünürdü irice.
Hürmet telkin edici bir vakar sahibiydi.
Her hali uygundu İslamiyet’e.
Varlığı, “İhsan-ı ilahi”ydi millete.
Çok da mütevazıydı.
“Ben” demezdi asla.
Derdi ki:
“Biz dahil değiliz hesaba”
Halbuki her ilimde derya, tasavvufta, büyük "Evliya" idi.
Bir çok fen adamlarının, hatta profesörlerin, çözülmez sandıkları çetin problemleri bir kalemde çözer, aydınlatırdı herbirini.
Bazen de lüzum kalmazdı sormaya.
Sormadan cevaplardı müşkillerini.
Keramet göstermekten kaçındı.
Çünkü Allah’tan hayâ ederdi.
Onda, Resulullahın ahlakı vardı.
Sanki o devirden bugüne yadigârdı.
Misafiri çok sever, ziyaretlere giderdi.
İstanbul’da en büyük "üç evliya".
Murad-ı Münzavi, Mehmed Emin Tokadi, Abdülfettah-i Akri.
Bu zatları ziyaret ederdi ekseriya.
Kabir başında oturur, ruhlarına okur, ruhani olarak, onlarla konuşurdu.
Ölmeyi tercih ederim
Sohbetlerinde;
“Tek bir vakit namazım kazaya kalacağına, bin defa ölmeyi tercih ederim” buyururdu.
Bir gün de:
“Bir Veli, “Ben” demez. Zira bunu söylemek için, mevzu bulamaz” buyurdu.
Bir gün de buyurdu ki:
“Hak teâlâ, bir kula iman verdiyse, ne ki ona vermedi? Ve Allah bir kula iman vermediyse, ne ki ona verdi?”
|